Kapatmak için ESC'ye basın

İlkbahar, can sıkıntısı ve teklifsizlik üzerine

Dr. Ömer Vatanartıran
Bahçeşehir Üniversitesi Öğrenci Dekanı

Yıldızlar hizalandı; erikler, bademler, erguvanlar açtı; tan vakti arka balkonda kuşlar senfonisi başladı. İnsanın kurduğu evren ne kadar acı dolu olsa da doğa bildiğini okuyor. Güzellik lütfetti mi de hiç cimrilik etmiyor. Bize de küstüğümüz her şeyle barışmak kalıyor.

İyi ama niye küsmüştük, neye küsmüştük; artık hatırlamak mümkün mü? Tek bildiğimiz, yüreğimizdeki taşı hiçbir rüzgâr ufalamıyor. Bir kırgınlığımız monotonlaşan sesimiz olmuş, bir vazgeçişimiz iki kaşımız arasındaki çukur olmuş, bir hayal kırıklığımız ayağımızı sürüyerek cansız cansız yürüyüşümüz olmuş. Alıştıklarımız, uzantımız olmuş. Yutkunamadıklarımız, kaderimiz. 

Bize de caddeleri aydınlanmış içi kararmış şehirlerimizde bu halimizle “yetişmek” kalmış. Okula yetişmek. İşe yetişmek. Toplantıya yetişmek. Teslim tarihine yetişmek. Spor salonuna yetişmek. Temsile yetişmek. Eski dostlarla randevuya yetişmek. Oradan son metroya yetişmek. Ertesi günü çıkaracak kadar uyku depolamak için yatağa yetişmek. 

Üzerimizdeki emanet elbiseyle, böğrümüze oturmuş obez hayaletle bir bahar daha geçer mi? Geçmesine geçer. Ama geçmese ya! İyi ama geçmemesi için ne yapmak lazım? Yok mu bunun bir reçetesi? İsviçreli bilim insanları muhakkak literatüre diyeceğini demiştir. Bir İstanbullununsa ata sporunu hatırlaması, çare değilse de tamamlayıcı tıp etkisi uyandırabilir. Ne mi? Canı sıkılmak. 

Can sıkıntısı geldiğinde sadece can sıkıntısına kendini bırakmak. Eline telefon almadan, sosyal medya beğeni çetelesi tutmadan, konuşmuş olmak için konuşmadan. Mesela bir pencere pervazına dayanıp sokağı izlemek. Ya da eller arkada kenetlenmiş bir inşaatı izlemek. Boğaz’ın binbir mavisine öylece bakmak. Köpüklerin, bulutların, dumanların oluşturduğu şekilleri anlamsızca bir şeylere benzetmek. Eski apartmanları seyretmek. Bir kahvede pişpirik oynayanları, balık pazarında henüz ıslatılmış lüferleri, mahalle parkında sere serpe uzanmış kedileri, çınar gölgesine tüneyip eski defterleri açan teyzeleri, amcaları izlemek. 

Çarşıda, pazarda, Galata yokuşunda ya da rıhtımda, hiç bilmediğin yollarda yürümek, yürümek, yürümek… Adres olmadan. Hedef ve performans olmadan, “kim, ne der” diye düşünmeden, aylaklıksa aylaklık. Kulağınızda anne ya da babanızın sesi muhakkak çınlayacaktır: “Öyle avare geçer mi hayat!” Olsun. Bir de teklifsizce kapı çalmak. Gazete kağıdına sarılmış iki simitle, çayı nasılsa ev sahibi koyar. Varsın kapıyı açan eski dost içinden “bu da nereden çıktı şimdi” desin. Çay kaynayana kadar iyi sakladığı taşlardan biri ufalanır yüreğinde. Simit bittiğinde çoktan “ya programlasak olmaz, en güzeli böyle doğaçlama” methiyeleri başlar. 

Sonra eve dönüş yolunda ayağınız Arnavut kaldırımına takıldığında aklınıza gelir. Canı sıkıldığında, canının gerçekten ne istediğini keşfetmeyi bilen çocuğa küsmüştünüz. Çocuk bakkalın önündeki kaldırıma çökmüş, otuz iki diş birden gülüyor size. Ve kıkırdayarak ekliyor: “Nerede kalmıştık?”

Can sıkıntısı bir haktır. Canımız sıkıldığında nazımızın geçtiklerine “şöyle bir uğramak” -teklifsizce- bir haktır. Baharlar, rahatı görüp ikametgahını yüreğimize aldıran hayaletler olmadığında daha güzel.